TBMM içerisinde bir kazulet – 2

Yazının ilk bölümü için lütfen http://www.berkay.net/blog/?p=1 adresini ziyaret edin.

Şu anda inşaatı devam etmekte olan ve tamamlandığında neye benzeyeceği artık çok net olarak ortaya çıkmış bu yapının “yakışıksız” olmadığını sanıyorum hiç kimse söylemeyecektir. Burada bir yanlış vardır ve doğal olarak bu yanlışın kimde veya nerede olduğunu araştırma ihtiyacı doğar. Ben eleştiri yazımın birinci bölümünde bu yanlışı ağırlıklı olarak seçimi yapan jüride bulmuştum. Ancak jüri üyelerinden Abdi Güzer’in inşa edilen projenin yarışmada seçilen proje ile aynı olmadığına dikkat çekmesi üzerine bu yazıda yarışma projesi ile uygulaması yapılan yapının karşılaştırmasını yapmaya çalışacağım.

Evet, uygulanan yapı ile yarışma projesi aynı değildir. Yapıya 2 kat eklenmiştir ve kütlede maket fotoğrafları ve cephe çizimlerinden daha şeffaf olduğunu anladığım bazı bölümler, olasılıkla fonksiyon değişikliğinden daha katı bir görünüm kazanmıştır. Bana göre mevcut binanın yarışma projesinden en bariz farkı budur, özellikle de iç kullanımdan kaynaklanan diğer değişiklikler binanın dışarıdan algısını değiştirmeyeceği için biz şehirliler açısından çok da önemli değildir.

Biraz daha detaylı incelemeye önce vaziyet planından başlayalım. Aşağıdaki fotoğrafta da net bir şekilde görüleceği üzere yapının izdüşümünün ve kütle yerleşiminin yarışma projesiyle küçük farklılıklar dışında tam uyum içerisinde olduğu görülüyor. Tam olarak anlaşılmamakla birlikte güney kanadındaki olası kalınlaşmalar ve avluların daralması binanın dışarıdan algısını değiştirmediği için beni çok ilgilendirmiyor.

Binaya kat eklenmesi olayına gelince. Ben bu yapının 2 kat daha kısa olsa idi çok fazla değişmeyeceğini düşünüyorum. Olsa olsa kazuletliği birazcık azalır ancak diğer bütün eleştirileri hala göğüslemek zorunda kalırdı. Bilgisayar yardımı ile binayı 2 kat kısalttığım görüntüler aşağıda. Eğer yarışma projesi aynen uygulanmış olsa idi, görüntü yukarıda bahsettiğim şeffaf bölüm değişikliği hariç aynen böyle olacaktı. Ne de olsa şeffaf bölümler kütle algısını değiştirmeyecektir.

İlk yazımı yazarken yukarıda açıkladığım değişikliklerin farkında idim. Ancak bana göre bu durum jürinin sorumluluğunu azaltsa dahi yok etmez, çünkü bana göre isterse iç mekanlarında yüzde yüz değişikliğe veya toplam metrekarelerde artışa gidilmiş olsun bu örnekte binanın bağlama dair söylemi çok değişmez.

Peki ne olmalıydı. Her şeyden önce yapı için seçilen yer yanlıştır. Mevcut yapı bu kazulet haliyle aynen simetriğine, yani meclis binasının doğusunda askerin boşaltmış olduğu Güvenlik caddesi tarafına yapılmış olsa idi ben dahil kimse bu kadar bağırmazdı, olsa olsa ne kötü bir bina der geçerdi. Ancak bu da yanlış olurdu. Herhalde en doğrusu meclis binasının bulunduğu parsele hiç böyle bir bina yapılmamasıydı. Bunun için buraya bir yarışma projesi açılmasına en başta karşı çıkılmalıydı. Jüri en azından yarışma sonunda “birinciliğe layık eser bulunamamıştır” seçeneğini kullanmalı idi. Yok eğer hala yarışmada birinci seçilen proje aynen uygulansaydı çok güzel olurdu deniyorsa bence hakikaten mimarlık algımızda bir sorun var.

Suç kimde? Suçlu aramak, konusu sanat olan bir şeyde ortaya konulan ürüne suçlu bulmak ne saçma. Herkes hata yapabiliyor. Öyle olmasa muhteşem Paris dokusunu darmadağın eden Maine-Montparnasse Tower‘ı nasıl açıklarız. Hadi biz bunun adına sorumlular diyelim ve illaki bir sorumlu bulmak gerekirse “TBMM Kazuleti”nde bunlar önem sırasına göre:

1. Böyle bir yerde yarışma yapılmasına karşı çıkmayan ve sonuçta yakışıksız bir projeyi seçen jüri
2. İdare
3. Şehir plancıları ve odaları
4. Ben dahil mimarlar ve odamız
5…
6…
diye gidecektir.

Ben öleceğim, jüri ölecek, binayı kullanan milletvekilleri ölecek ama o bina ayakta kalacak. Bu bana ağır geliyor. Mimarlık adına, şehrim adına üzülüyorum.

TBMM içerisinde bir kazulet!

Dikmen caddesinde 38 yıldır kimi zaman yaya kimi zaman araçla önünden geçtiğim meclis duvarının arkasına bundan bir süre önce ısı merkezi adı altında bir yapı yapılmış ve bu tip yapıların ne kadar özensiz ve umarsız bir şekilde idareler tarafından yapılabildiğine bir örnek oluşturmuştu benim için. Bundan bir süre sonra bir inşaat daha başladı TBMM’nin Dikmen caddesi tarafında. Bina yükseldi, yükseldi, yükseldi ve meclisle özdeşleşmiş taş duvarın arkasında orantısız bir güç gibi belirdi. Rus konstrüktivist yapıların kötü bir taklidini andıran ve benim için alenen “çirkin” olarak adlandırılacak bu yapının sorumsuz bir idarenin alelacele ve alelade bir kararı olduğunu düşünüyordum ki şantiye tabelasında mimarının adını okuyunca hatırladım… Bu bir yarışma projesi idi. O dönemde yarışmayı yakından takip etmemiştim, sadece böyle bir yarışma olduğunu duymuştum. Yarışmayı bu yapı yüzünden daha yeni inceleme fırsatı buldum. Bahsettiğim yapı “TBMM KÜTÜPHANE-ARAŞTIRMA MERKEZİ ARŞİV BİNASI VE GENEL SEKRETERLİK HİZMET BİNASI YAPI KOMPLEKSİ İLE ZİYARETÇİ KABUL BİNASI MİMARİ PROJE YARIŞMASI” ile elde edilmiş ödüllü yapıdır.

 

Bu ödüllü yapının jüri raporuna ve yarışmacıların mimari raporuna bakalım:

JÜRİ RAPORUNDAN
Bu öneri vaziyet planında gösterdiği duyarlılık ve program çözümündeki titizliliği ile öne çıkmaktadır. Projenin arazide bıraktığı boşluklar ve kod farklarının ele alınışı ile işlevlerin birleriyle olan ilişkileri ve kitleye yansıma biçimleri olumlu bulunmuştur. Benzer biçimde Meclis arazisinin teklif kitle tarafından tarif edilme biçimi ve meclis binası ile oluşturulan süreklilik de olumludur.

MİMARİ PROJE RAPORUNDAN
Yarışmanın amacı, TBMM Yerleşkesi içerisinde, mevcut Genel Sekreterlik binasının da içinde olduğu yarışma alanında, birbirlerinden bağımsız çalışan üç farklı işlevi yüklenecek yapılardan oluşacak bir kompleksin tasarımıdır. Birinci etapta, mevcut Sekreterlik binasına dokunmadan, yeni genel sekreterlik binasını inşa etmek, taşınma eylemi bittikten sonra binayı yıkarak, 2. etap olan kütüphane, araştırma merkezi ve arşiv binasını inşa etmek, tasarım stratejimizin esasını oluşturmaktadır. Korunması istenen ağaçlara dokunmadan, yeni nizamiyenin önünde oluşturulan dış avlu (giriş avlusu) , yeni genel sekreterlik binası içinde oluşturulan iç avlu ve TBMM Yerleşkesi, meclis ziyaretçi yaklaşım ana aksı ile bağlanarak, dış mekânların sürekliliği sağlanmıştır.

 

Her iki raporda da şehre, siluete, böylesine önemli bir lokasyonda bir yapının nasıl olması gerektiğine dair bir ibare pek göremiyorum. Hatta projenin mimarları ana tasarım stratejilerini müteahhitlik becerileri üzerine inşa ettiklerini ifade etmişler.

Beton-kiremit yapı tekniğinin sıkıcı ve kişiliksiz bir taş kaplama ile örtüldüğü cepheleriyle yapının genel mimari dili ortalama bir mimarlık fakültesindeki ortalama bir 2. sınıf öğrencisinin düzeyinin ötesine geçemiyor. Çevre ile uyumu ise pragmatik bir iki form tekrarından ibaret. Karşılaştırmak gerekirse Eskişehir yolunda sıkça eleştiri konusu yapılan “demir kafes” endüstriyel duruşu ile kimliğini daha çok son 15 yılda kazanmış çevresi ile bu yapıdan çok daha fazla uyum içerisinde. Burada proje müelliflerini suçlayamayız tabi. Bu bir yarışma projesidir ve katılımcı kötü bir yapı önermekte serbesttir. Esas sorumlu o yapıyı seçen jüridir. Jüriyi hatırlarsak:

Mustafa A. Aslaner (Y. Mimar)
Yıldırım Yavuz (Y. Mimar Prof. Dr.)
Mustafa Aytöre (Mimar)
Lale Balas (İnş. Müh., Doç. Dr.)
Abdi Güzer (Y. Mimar, Doç. Dr.)

15 dakikalığına yetki verilse Ankara’da yıkım kararı alacağım ilk 3 yapı içerisine rahatlıkla girecek bu yapıya kamuoyunun tepkisinin ne olacağını merak ediyorum. Subjektif görüşlerimi test etmek amacıyla yakın çevremin ağzını yokladığımda onlardan da olumsuz tepkiler alıyorum. Kimisinin işçi blokları olarak adlandırdığı bu yapı benim için her şeyden önce bir “kazulet”tir. Bu kadar önemli bir lokasyonda yapılmamış olması gereken bir kazulet. Yapının, Türk mimarlarının katılımı ve profesör düzeyindeki hocaların değerlendirmesi sonucu elde edilmiş bir “yarışma projesi” olduğu göz önüne alınınca da Türkiye’deki mimarlık algısının maalesef ne kadar bayat ve sığ olduğu ortaya çıkıyor.

Yapıya ait fotoğrafları da ekliyorum. O kadar büyük ki geniş açılı kamera ile karşı kaldırıma geçip biraz uzaklaşsam dahi hepsini alamadım.

Dış Ticaretin Kuralları

Ülkeler diğer ülkelere sattıkları mallar ile zenginliklerini arttırma amacındadırlar. Aynı zamanda kendilerinin hiç üretemedikleri veya verimli üretemedikleri malları üretebildikleri mallarla değiştirerek de refahlarını arttırırlar. Buna dış ticaret diyoruz. Bu en basit ve masum haliyle dış ticaret ülkeler içim çoğu zaman faydalı bir yöntemdir ve belki normalde var olma şansı bulamayacak ülkelerin ayakta kalmasını sağlar. Örnek olarak okyanusun ortasında başka hiçbir ülke ile bağlantısı olamayan iki adet ada ülkesi olduğunu hayal edelim. Bu ada ülkelerinden birinin düz ve verimli topraklarda tarım yaptığını diğerinin ise dağlık bölgelerde hayvancılık yapabildiklerini düşünelim. Yaşamak için bu ürün guruplarından her ikisine de ihtiyaç duyacak olan insanlar doğa koşullarından dolayı tek başlarına her ikisini birden yapamamaktadırlar. Bunun yerine A ülkesi B ülkesine tarım ürünleri satarak karşılığında et ürünleri alır ve böylelikle hayali her iki ülkemiz de yaşamına devam edebilir. Ancak dış ticarette işler her zaman bu kadar masum değildir, çünkü gerçek hayat hem daha karmaşık hem de daha acımasızdır.

Ülkeler arası ilişki bireysel insan ilişkilerinden çok daha çıkarcı ve sinsi bir şekilde gelişir. Açık olmak gerekirse hiçbir ülke bir diğerinin iyiliğini istemez ve eğer mecbur kalmaz veya sattığı mal karşılığında aldıklarının kendisine ortalama olarak daha fazla fayda getireceğine inanmazsa bir başka ülkeye mal satmaz. Kabaca bir örnek vermek gerekirse; yukarıda örneğini verdiğimiz masum iki ada ülkesinden birisi, eğer belirli bir müddet diğer adanın ürünlerine ihtiyaç duymadan yaşayabileceğine inanırsa o ülkeye mal satmayarak yok olmasını isteyebilir. İstisna olarak bu iki ülke beraber hareket ederek üçüncü bir ada ülkesine karşı güçlü durmak isteyebilir, böyle bir yapılaşmanın benzerleri günümüzde ekonomik işbirliği için kurulmuş örgütlenmelerdir.
Ancak bazı mallar vardır ki bunları satarak ülkelerden sadece birisi yarar görürken diğeri zarar görür. Böyle bir mala en iyi örnek “silah”tır. Silahı satan ülke bu işlemden ciddi bir gelir elde ederken, satın alan ülke, ki bu çoğunlukla zayıf ve yetersiz ülke olur; o silahla mutluluğu yakalayamaz, hatta çoğu zaman bir iç veya dış savaş ile büyük zararlar görür. Bu işin trajikomik yanı bu savaş ortamının yine silah satan ülke tarafından teşvik edilmesi veya bizzat oluşturulmasıdır. İşte bu yüzdendir ki ihracat yapan bir ülke için ihracatı yapılabilecek en iyi mal silahtır. Benzer bir şekilde ithalatından da sadece ithal eden ülkenin fayda elde ettiği metalar vardır. Böyle bir metaya örnek “beyin”dir. Eğer başka bir ülkeden iyi bir beyin ithal ederseniz, o ülkenin bir değerini yitirmesine sizin de değer kazanmanıza yol açarsınız. Bir başka deyişle ne kadar beyin göçü alıyorsanız karlı, aksi takdirde de zararlı çıkarsınız.
Yukarıda anlatılan tema çerçevesinde bugün dünyada en iyi ithalat ve ihracat yapan ülke ABD’dir. Silah satma ve savaş politikası üretmedeki başarısı aynı zamanda dünyanın önemli beyinlerini barındırmasından kaynaklanır. Bugün dünyada bir yılda yayınlanan bilimsel makalelerin en az yarısı ABD tarafından sunulmaktadır. Eğer ABD olmasa idi bilim bugün ne seviyede olurdu bilmek güç.

Mutluluk… Bir Teori

Mutluluğun önemli bir kısmını geçmiş anıların hatırlanması oluşturur. Duyular yoluyla aldığımız zevk çoğu zaman geçmiş anılarımızdan, hafızamızdaki imgelerden referans alir. Bu şekildeki zevk kaynakli mutluluk bir şeyi ilk kez yaptığımızda aldığımız heyecan kaynaklı mutluluktan farklıdır. Bazı şeyleri ilk kez yaptığımızda duyduğumuz mutluluk daha çok heyecandan kaynaklanan bir zevk patlamasıdır. Aynı şeyi ikinci kere yaptığımızda ise artık hatırlama mekanizması devreye girer ve çağrışım yolu ile mutlu oluruz. Sevgili ile olan ilk birliktelik, heyecan dolu bir macera iken daha sonraki buluşmalar onun kokusu, görüntüsü, sesi gibi uyaranların beynimizdeki karşılığı olan bölgelerden gelen bir zevk sinyalidir. İşte bu nedenlerle anılar çok önemlidir.

Geçmişte yaşanmış mutlu anlar ve bu anlarda bulunduğumuz mekanlar, beraber olduğumuz kişiler, duyduğumuz kokular gelecekteki çağrışımlarımız için birer yapım araçlardır. Tekdüzeliğin insanı bunaltmasının nedeni aynı malzemelerle yani aynı anılarla beslenen beynin artik referans olarak kullandığı aletlerinin eskimesidir. Beyindeki bu nöron yorgunluğu ancak yaşantıya yeni bir olayin girdisi ile giderilebilir. Bu bir tatil, yeni bir aşk veya bir iş değişikliği olabilir.

Geçmişte, özellikle de yetişkinliğe kadar olan dönemde yaşanmış kötü anılar mutsuzluğun kaynağı olabilirler. Böyle anılar ile dolu olan bir beyin artık o döneme ait kokuları, kişileri mekanları reddeder. Hatta o dönemde bulunduğu iklime veya ekolojiye bile tahammül edemez hale gelebilir. Güneşli bir kentte büyümüş kişi ordaki anıları kötü ise yağmurlu bir kentte kendini daha iyi hissedebilir. Sevindirici olan taraf, verimli çalışan bir beynin, geçmişin kötü anılarını tamir ederek onları ayıklayabilme, kişiye her zaman sağlam malzemeler sunma yeteneğidir. Bunu bilinç yerinde iken yapamayan beyin uykuya ihtiyaç duyar. Ne zaman ki beynimizde böyle bir düzenlemeye ihtiyaç duyulur işte o zaman uykumuz geliverir.

Üç aşamalı insan

İnsanlar neredeyse bütün konularda üç aşamadan geçiyorlar. Birinci aşama sorgusuz sualsiz kabullenme, ikinci aşama nedenleri araştırarak sorgulama, üçüncü aşama ise bilme dönemi. İşin garip tarafı birinci ve üçüncü aşamadakilerin cevaplarının çok büyük bir çoğunlukla aynı olmasıdır. Yani 1. aşamadaki bir kişiye kültablası nedir diye sorduğunuzda size “kültablası kültablasıdır işte” diyecektir. İkinci aşamadaki insan ise artık kültablasını sorgulamaya başlamıştır. Onun vereceği cevap daha karmaşıktır. Size kültablası sigaralarımızın külünü dökmek, söndürmek gibi işlere yarayan, yanmaz malzemeden yapılmış kaptır gibi bir yanıt verecektir. Üçüncü aşamadaki insana sorduğunuzda ise tıpkı birinci aşamadaki insan gibi “kültablası kültablasıdır” diye yanıt verir size. Bu aşamalardan en tehlikeli olanı ikincisidir ki bu aşamada insan birçok yanlışa sebebiyet verebilir. Üçüncü aşamadaki insan ile birincinin cevabı her ne kadar aynı da olsa içerik olarak üçüncününki değlerlidir.Evet gerçekten de kültablası bir kültablasıdır ama onu tam olarak ancak üçüncü aşamadaki insan anlayabilir.